Kamu Diplomasisi Perspektifinden Kalkınma Yardımlarının Analizi
Prof. Dr. Samir Salha
Kocaeli Üniversitesi Öğretim Üyesi
Kaderin cilvesi odur ki 17. asrın ilk yarısında Fransa Kralı XIV. Louise’in, hem de parlamentoda sarf ettiği “devlet benim, ben devletim” sözlerine Fransız halkı yüz elli yıl sonra İhtilal esnasında dile getirilen “vatandaş benim, ben vatandaşım” denklemiyle cevap vermiştir. Bu yeni söylem ile birlikte dünyada hem teoride hem uygulamada, gerek birey-iktidar ve gerekse iktidar-devlet arasında günümüze kadar devam eden siyasal, hukuksal ve sosyal bir tartışma yaşanagelmiştir.
Bu bağlamda yaşadığımız yüzyılda uluslararası hukuk merkezli birey, siyasi otorite, bölgesel ve uluslararası kuruluşlar arasında yeni bir sisteme ve sürece olan ihtiyaç her zamankinden daha yüksek bir sesle dile getirilmeye başlanmıştır. “Resmi diplomasi” terimi söz konusu diyalog sürecine yerleşerek devletlerin kendi içlerinde ve de diğer devletlerle olan ilişkilerinde katkı sağlamıştır.
Fakat son yıllarda “resmi diplomasi”nin devletlerin uluslararası ölçekte söz sahibi olmasında yetersiz kaldığı görülmüştür. Bu gelişme halkların devreye girmesini beraberinde getirmiş ve böylece yeni bir kavram olan “kamu diplomasi”si devletlerin etkinliğini artıran bir model olarak karşımıza çıkmıştır. Başka bir ifadeyle nasıl ki “resmi diplomasi”ye insanlar ve devletler arasında diyalog köprüleri kurmak hususunda ihtiyaç duyulmuş ise de, “kamu diplomasi”si de başta küreselleşme, arz talep dengesinde yaşanan hareketlilik, serbest dolaşım prensibinin yaygınlaşması olmak üzere ekonomik, teknolojik, sosyal gelişmelerin birey-devlet, sivil toplum kuruluşları-devlet ve devlet-devlet arasındaki ilişkilerine yeni bir boyut kazandırması sonrasında varlığı zorunlu bir kavram haline gelmiştir.
Bu evrim sürecinde devletin resmi diplomasisinden sorumlu kuruluşu kamu diplomasisinin önünü açmaktan kaçınmamış ve gerek maddi gerekse manevi anlamda gelişim sağlamak için şart olan koşulları hazırlamak yönünde bir misyon üstlenmiştir. Yaşanan gelişmelerin sonucunda kamu diplomasisi alanında uzman personel yetişmeye başlamış; bu konu gerek eğitim sürecinde gerekse sivil toplum kuruluşları bağlamında akademik olarak tartışılan, üniversitelerde eğitim sürecinin bir parçası haline getirilen vazgeçilmez bir yapı haline gelmiştir.
Özünde dürüstlük, doğruluk, sadelik, samimiyet yer almakta olan kamu diplomasisi, siyasal fikirlerden ziyade vatandaşların kalbine ve beynine ulaşarak ortak çıkarlar merkezinde diyalog kurmak fikrinde yükselmektedir. Bu temelden hareketle hükümetler hem kendi sınırları dahilinde özel bir çalışma yaparak, vatandaşını ve sivil toplum kuruluşlarını her açıdan hazırlamak; hem de diğer devletlerde yaşamakta olan kendi diasporası ve o ülkenin vatandaşları nezdinde lobi faaliyetlerine girişmek hususunda strateji geliştirmek durumundadırlar.
Özetleyecek olursak kamu diplomasisinin temel özelliği, resmi diplomasinin dışında ancak resmi diplomasiyle paralel bir biçimde bireyin ve devletin çıkarını savunmak ve krizlerin olumsuz etkilerini asgariye indirmektir. Nitekim bu çerçevede yıllar boyunca resmi diplomasinin merkezinde hareket eden diplomatların bireysel yetenek ve çabalarını göz önünde bulundurarak dış politikasını şekillendiren ABD dahi bu süreci terk etmiş ve en az resmi diplomasi kadar kamu diplomasisinin gerekliliğini kabul etmeye başlamıştır. Aynı boyutta olmasa bile Avrupa Devletleri de 1630’dan itibaren Fransa’da kral, kilise ve devletin kesin denetimini ele geçiren ve XIV. Louise’in iktidarını borçlu olduğu Kardinal Richelieu, ve ülkesinin yeniden yapılandırılmasında ve birleşmesinde, Avrupa’nın yeniden inşasını amaçlayan 1815 Viyana Kongresi’nde büyük rol oynayan ünlü Avusturyalı Prens ve diplomat Metternich örneklerindeki- güçlü-yetenekli diplomatlar merkezinde oluşturulan dış politika geleneğinden sıyrılmıştır. Bütün bu gelişmeler sonucunda başta Avrupa olmak üzere tüm dünyada salt resmi diplomasi ile başarıya ulaşmanın ve krizlerin üstesinden gelmenin mümkün olmadığı, uluslararası ilişkilerin gelişmesi ve güçlenmesinde kamu diplomasisinin rolünün büyük önem taşıdığı, halklar arasında doğrudan diyalog ve ilişkilerin kurulması için ciddi bir analiz ve bütçeye ihtiyaç duyulduğu kanaati hakim olmuştur.
SOMUT ÖRNEKLER TEMELİNDE KAMU DİPLOMASİSİ
18. yüzyılın ortasından itibaren dünya gündemine yerleşen “aydınlanma” fikri bireylerin tercih hakları ve özgür akılla hareket edebilmesi esasına dayanmaktaydı. Ancak devletler bu dönemde dahi bireyin özgürleşmesine önem vermişse de son sözü söyleme ve kararı verme yetkisinden vazgeçmemiştir. Bugün bu mantığın sürdürülemeyeceği görülmelidir. Nitekim günümüzde bireyin karar alma sürecine özgür ve bağımsız katkısının sağlanması kamu diplomasisinin vazgeçilmez bir unsuru olarak karşımıza çıkmış bulunmaktadır.
Somutlaştırmak gerekirse üçüncü dünya ülkelerinin büyük bölümünde değişim limanına ulaşmak isteyen bir çok gemi mevcut rejimlerin statükosunun, muhalefetinin, dünya gündeminden soyutlanmışlığının ve salt merkezi yönetim esasına dayanan anlayışın rüzgarında bocalamakta ve başarısızlığa mahkum olmaktadır. Fakat her şeye rağmen özellikle Ortadoğu’da bizi umutlandıran temel husus bazı rejimlerin yeni durumun farkına varması ve değişim yönünde yatay ve dikey olarak cesaret verici gelişmelere imza atmış olmalarıdır. Böylece uluslararası toplum nezdinde itibar kazanmak için kamu diplomasisinin taşımakta olduğu özelliklerden yararlanarak yeni politikalar geliştirmeye başlamıştır. Başta Türkiye olmak üzere Ürdün, Katar ve kısmen de Suriye bu anlamda önemli gelişmelere imza atmışlardır.
ÇİN
Ünlü tarihçi Paul Kennedy’nin yazdığı “Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşü” isimli eserinde özellikle büyük devletler merkezinde bir söylem benimsemişse de kamu diplomasisinin küçük ve orta ölçekli devletlerin yükselmesinde ve stratejilerin yön belirlemesinde büyük katkı sağladığı hususunu öngörmekten uzak kalmıştır. Bu hususu da somutlaştıracak olursak son yıllarda özellikle Türkiye, Suudi Arabistan ve İran’ın değişim ve dönüşüm yönünde kamu diplomasisinin önünü açarak elde etmiş oldukları başarıları; Çin’in son dönemde kazandığı ekonomik ve ticari itibarıyla büyük ölçüde eşdeğerdir. Demokratikleşme ve özgürlükler, bireyin önünü açma hususunda karnesi zayıf olan Çin, ekonomi ve ticaret politikalarında büyük başarılar elde etmişse de mevcut sıkıntılara bir çözüm bulmadığı taktirde ne değişim ne de dönüşüm sürecini başarıyla hayata geçiremeyen bir ülke olarak uluslar arası topluma örnek bir model olmaktan uzak kalacaktır. Bu bağlamda Çin’de ivedi olarak yapılması gereken husus kamu diplomasisi alanında farklı rejimlerle özgürlük ve serbesti temelinde eğitim, kültür ve sosyal alanlarda adım atılmasıdır. Çin, ancak bir buçuk milyara varan nüfusunun gerçek dünyayla tanışması için önünü açtığı taktirde uluslararası toplumda hak ettiği yeri alabilecektir. Bunun için bireyin sermayenin etkisi altında metalaştırılmadığı, özgürce hayatını sürdürebildiği, küreselleşmenin getirmiş olduğu olumsuz yönlerinden uzak ancak olumlu yönlerinden fayda sağladığı bir sürecin varlığının zorunludur.
ABD örneğinde ise esas düşündürücü olan husus son yıllarda sürekli likitide bazlı sorunlar yaşayan, bütçe açığına çözüm bulamayan ekonomik yapıdır. 2010 itibariyle 1.42 trilyon dolara ulaşması beklenen bütçe açığı ve Dünya Bankası verilerine göre 13.45 trilyon dolara varan borcuyla dünyanın en borçlu ülkesi olan ABD’nin gidişatı konusunda karamsar senaryolar giderek ön plana çıkmaktadır. 2018 yılında borcun gayri safi milli hâsılanın yüzde doksanına ulaşması beklentisi gidişatın son derece olumsuz olduğu ortaya koymaktadır. ABD’nin bu karanlık ekonomik tablodan çıkışı suni krizler çıkarmakta bulması hiç de uzak bir ihtimal değildir. Amerikan bürokrasisinin sistemin içinde yaşanan parasal sorunların çözümünü bu şekilde dışarıda araması, silah satışı, çatışmaları körüklemek gibi yöntemlere başvurması sürpriz olmamalıdır.
ABD, ülkesine yönelik dünyanın olumsuz bakışını değiştirmek konusunda ciddi ise küresel sorunlar hususunda yapıcı bir tavır sergilemek ve küresel iklim değişikliği, doğa katliamları, Pakistan’da yaşanan sel, Meksika Körfezi’ndeki petrol sızıntısı gibi felaketlerin çözümü hususunda etkin bir şekilde devreye girmek zorundadır. Başkan Obama, yemin ettiği 20 Ocak 2009’tan itibaren ısrarla altını çizdiği ABD ile Müslümanlar arasındaki güvensizlik döngüsünün son bulması gerektiğini, ABD ile İslam dünyasının yarış içinde olmasına gerek olmadığını, Müslümanlarla ABD arasında karşılıklı saygı ve ortak çıkara dayanan yeni bir başlangıca ihtiyaç olduğunu belirten Obama bu önceliklerini hayata geçirmeyi başaramamıştır.
Amerikan Başkanı “Her zaman terörün gayrimeşru sayılması ve buna başvuranların tecridi arayışındayız. Ancak bu bir taktiğe (terörizm ya da din/İslam) karşı küresel savaş değildir. Biz spesifik bir ağla, yani Kaide ve onun ABD ve müttefiklerimize karşı saldırı çabalarını destekleyen terörist bağlantılarıyla savaştayız. Buna en iyi savunma, aileleri, yerel toplulukları ve kurumları bilgilendirip donatmaktır.” sözleri ile Beyaz Saray yönetiminin bu konularla ilgili olarak uygulamaya soktuğu bölgesel ve uluslar arası politikalar arasında büyük bir çelişki yaşanmıştır. Bu durum ABD’nin, Bush döneminde kaybettiği itibarı Obama döneminde geri kazanmasını engellemiştir. Anlaşılan odur ki son yıllarda ABD’nin dış politikası ve bu politikadan sorumlu olan kişiler ile Amerikan toplumunun geleneksel değerler arasında büyük bir uçurum ortaya çıkmıştır. Başarısız kalan mevcut kamu diplomasisinde revizyona gidilmediği taktirde Washington son yıllarda verdiği hem kendisine hem de uluslararası sisteme verdiği zarardan dolayı uğradığı zararı telafi edemeyecektir. 700 milyar dolardan fazla bir savunma bütçesi, dünya silah pazarının yüzde 40’ını kontrol eden bir savaş ekonomisine sahip olan ABD’nin, aynı önemi kamu diplomasisini yeniden şekillendirmeye ayırmasının vakti gelmiştir.
Ortadoğu’da kamu diplomasisinin yerleşmesinin önündeki engellerin başında devrim ile kalkınma arasında yaşanan eşzamanlılık tartışması ve bu tartışma bağlamında üstünlüğün kimin lehine olacağı sorunu gelmektedir. 2. Dünya Savaşı sonrasından itibaren Arap aleminde devrimlerle ortaya çıkan yeni durumun temel çıkmazı söz konusu devrimlerin askeri darbeler sonucunda hayata geçmesi ve bu darbelerin kalkınma anlayışını ipoteği altında tutarak, bu projelere kendi istedikleri çerçevede yön vermek istemeleridir. Bu durum özellikle Mısır, Irak, Suriye, Libya ve Yemen gibi ülkelerde yaşanmıştır. Daha vahim olan husus günümüze kadar varlığını koruyan bu zihniyet ile yıllar önce iktidarı ele geçiren kişilerin devleti de kendi anlayışları doğrultusunda şekillendirerek, her türlü değişim ve dönüşüm hareketine karşı kapalı kılmalarıdır.
Bu devletleri içinde bulundukları çıkmazdan kurtarmak ve gerçek bir değişimi başlatmak için bireyi devletin şekillendirdiği vatandaş kılıfının ötesine taşıyacak, daha özgür, demokrat ve katılımcı kılacak bir kamu diplomasisinin tesisi şarttır. Bir örnek vermek gerekirse Mısır ile Cezayir arasında oynanan futbol karşılaşması sonrasında yaşanan krizin arkasında sistemin vatandaşı zora soktuğu vizyon yatmaktadır. Kamu diplomasisinin hakim kılınması bu örnekte olduğu gibi her iki yönetimin sürdürmüş olduğu tutum ve tavırdan dolayı halkları bir anda düşman kardeşler konumuna sokan bu anlayışa bir son verilmesi ve ayrıca, ileride yaşanması muhtemel krizlerin önüne geçilmesi anlamında büyük katkılar sağlayacaktır.
Ortadoğu ülkelerinin büyük bölümünde benimsenen pasif kamu diplomasisi yüzünden, bu bölgelerin kendi içinde ve diğer bölgelerde yaşanan sıkıntılar çözüm bulmaktan uzak kalmıştır. Somutlaştıracak olursak, Ortadoğu insanının Avrupa’da yaşanan başörtüsü krizi, terörizm, ırkçılık, İslamifobia, mezhep taassubu gibi sorunlara karşı eleştirel bir tavır alabilmesi, ancak kendi ülkelerinde bu meselelere yönelik bir çözüm arayışına girilmesiyle mümkün olabilecektir. Unutmamalıyız ki ağır hasta olan İngiltere Kralı Arslan Yürekli Richard’ın esir Müslümanların gözlerini çıkararak yollamasına karşılık, Selahaddin Eyyübi’nin Kralın tedavisi için kendi doktorunu ve esir prensesleri göndermesi tarihsel örneğinde de görüldüğü üzere bölge insanı kamu diplomasisi geleneğine hiç de yabancı olmadığını göstermektedir. Bu geleneği devam ettirecek yol bireyin, sivil toplum kuruluşlarının ve medyanın özgür kılınması, diasporanın desteğinin kullanılması ve dolayısıyla kamu diplomasisinin hakim kılınmasından geçmektedir.
Ortadoğu ülkeleri arasında spesifik bir konuma sahip olan ülke ise İsrail’dir. İbrani Devleti kamu diplomasisinden büyük faydalar elde etmeyi başarmıştır. İsrail’in medyayı kullanarak bilgi toplamak, bu bilgileri lehine kullanmak, ülke dışında bulunan Yahudi lobilerini İsrail hizmetinde değerlendirmek konusunda son derece başarılı bir strateji izlediğini kabul etmek gerekir. Dahası İsrailli uzmanlar kamu diplomasisi üzerinde sürekli araştırmalar yaparak bu kavramdan azami fayda elde etmek konusunda arayışlar geliştirmektedirler.
Türkiye, kamu diplomasisinin avantajlarından yararlanma kararlılığının ilk adımını 2001 yılında bireyin özgürleştirilmesi bağlamında yapılan Anayasa değişiklikleri atmış, 2002’den sonra ise hem bölgesel hem uluslararası toplum nezdinde meyvelerini vermeye başlayan “Yeni Türk Kamu Diplomasisi Anlayışı” ülkeyi takdire şayan bir konuma yükseltmiştir. I. Dünya Savaşı sonrasında başlayan yatay olmaktan çok dikey özellikleri barındıran Devrim Kanunları’nın, kamu diplomasisinden çok resmi diplomasinin hakim olmasını sağladığını inkar etmek mümkün değildir. Yüz yıl öncesine varan süreçle günümüzdeki yapının büyük farklılıklar ihtiva ettiği inkar etmek mümkün değildir. Yaşanan gelişmeler ve uluslararası ilişkilerin aldığı yeni boyut karşısında bu devrimlerin yeniden okunması zorunluluk haline gelmiştir. Bugün gelinen süreçte Türkiye, sistemin kontrolüne sıkışıp kalan kalkınma hamlelerinin ve değişime gerekli teşhisi koymuş, neşteri vurmak hususunda ise ilk çabalara girişmiştir.
Tüm coğrafi, kültürel, sosyal yakınlıklarına rağmen birbirinden uzak kalan iki ülke olan Suriye ve Türkiye, kamu diplomasisi aracılığıyla yakınlaşma sürecine girmeyi başarmıştır. Şam’ın terör, su ve sınır uyuşmazlıkları konusundaki tavrını değiştirmesi sonrasında yaşanan açılma politikası, iki ülke diplomatlarının, iş adamlarının, medyanın ve tabidir ki halkın katkısıyla tamamen yeni bir sürece girmiştir. Dahası bu dönemde büyük katkılar sağlayan kamu diplomasisi hızlı bir şekilde diğer komşu devletlerle olan ilişkilere yansımış ve Ürdün, Suriye, Rusya, Lübnan ile olan vizenin kaldırılmasına kadar varmıştır. Ankara’nın kamu diplomasisi adına son yıllarda elde etmiş olduğu başarıyı güçlendiren stratejilerden birini ise hiç kuşkusuz Türk Dizilerinin bölge insanınca benimsenmesi, Türkiye’nin tanıtımı anlamında atılan adımlar oluşturmaktadır.
Yıllar boyunca Lübnan’ın uluslararası arenada barındırmış olduğu gücü bir kenara bırakarak bu ülkenin iç meselelerinden uzak kalmayı tercih eden Ankara, 2006 yılında gerçekleşen İsrail saldırısı sonrasında bu ülke ile olan ilişkilerinde yeni bir sayfa açmıştır. Bu süreç içinde Türkiye tüm muhalif seslere rağmen Lübnan’ın güneyinde görev alan BM Barış Gücü’ne katkı sağlamış, ülkenin altyapısının imarı hususunda destek vermiş, yıllar boyunca unutulan 25.000 Türk’ün anayurtları ile olan ilişkilerini kuvvetlendirmiş, ihmal edilen hatta ismi dahi duyulmayan Türkmen köylerine kadar yardım götürmüştür. Bütün bu gelişmeler tabandan tavana bir hareketin, dahası Lübnan halkına Türk milletinin duyduğu bir sempatinin sonucu olarak yaşanmıştır. Böylece yıllardan beri Lübnan’da yaşayan Ermenilerden dolayı bu ülkeden uzak kalmayı tercih eden Türkiye, kamu diplomasisi aracılığıyla bu zinciri kırmayı başarmış, dahası barışa yönelik adım atmayı başarmıştır.
Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da Türkçe Konuşan Cumhuriyetler arasında gerçekleşen zirve esnasında kamu diplomasisinin önemi ve gerekliliği bir kez daha anlaşılmıştır. SSCB’nin yıkılması ile birlikte Moskova’dan ayrılan Türki Cumhuriyetler ile Türkiye arasında bir diyalog başlamışsa da ilişkilerin geliştirilmesi yönünde büyük kazanımlar elde edilememiştir. Ancak 2006’dan sonra yeni bir diyalog süreci başlatılmış ve iki taraf arasındaki ilişkilerin somutlaştırılması hususunda atılan adımlar sıklaştırılmıştır. En son İstanbul Zirvesi’nde görüldüğü üzere Türkçe Konuşan Cumhuriyetler Konseyi’nin kurularak 11 milyon km2 gibi bir alanda yaşayan 250 milyon insanın gerçek taleplerinin algılanması hususunda son derece ciddi bir adım atılmıştır. Kuşkusuz önümüzdeki günlerde daha derin işbirliği ve dayanışma hamlelerinin atılması ve dilsel anlamda yaşanan sıkıntıların ortadan kaldırılması yönünde hükümetlere büyük bir görev düştüğü kadar bu coğrafyanın insanına sorunları doğrudan çözmek üzere diyaloğu hakim kılmak hususunda da büyük bir misyon yüklenmektedir.
İsrail’in Mavi Marmara saldırısı karşısında izlenen ve BM İnsan Hakları Konseyi’nin bu eylemi gaddarlık olarak nitelendirmesi ile ve Ermenistanın politikalarına rağmen Akdamar Kilisesi’nde ayin yapılmasına izin verilmesi ve bizzat Vanlıların evsahipliği yapmasıyla meyvesini veren etkin politikalar sürdürülmelidir. Özellikle ülkemizin müzmin sorunları arasında yer alan Ermeni meselesi hususunda hükümetimizin hamleleri dikkatle irdelenmelidir. Nitekim Futbol diplomasisi ile başlayan, karşılıklı olarak sivil toplum örgütlerinin yoğun ziyaretleri ile ve Türkiye’de yaşanan Ermenilere yönelik somut hamlelerle güçlenen ve Akdamar Kilisesi’nde ayin düzenlenmesi ile son halkasına ulaşan yaklaşımlar büyük önem taşımaktadır. Fakat meselenin çözümünde atılan en önemli adım Türk Diasporasının önemli bir aktör olarak devreye girmesi ve yıllardan beri Ermeni diasporasının lehine terk edilen alanı kamu diplomasisi aracılığıyla doldurmasıdır. Bu anlamda Gurbetçi olarak nitelendirdiğimiz vatandaşlarımızın gerek maddi gerekse manevi anlamda örgütlenme yolundaki ilerlemesi yerinde bir yaklaşım olmuştur.
Bu yöndeki kamu diplomasisinin bir adım öteye taşınabilmesi için emekli diplomatların tecrübesinden yararlanılması, daha şeffaf bir dış politika izlenmesi, özellikle bölgesel anlamda başlatılan diyalog girişimlerinin artırılarak sürdürülmesi, başarılı yabancı öğrencilere ayrılan eğitim burslarının artırılması, Lübnan, Afganistan, Pakistan gibi ülkelere yapılan insani yardımların devam ettirilmesi, diyalog temelli olarak etkili kullanımı, Türkiye’nin siyasal, kültürel ve tarihsel tanıtımı hususunda çaba sarf edilmesi ülkemizin komşu devletlerle yakınlaşması anlamında büyük faydalar sağlayacaktır.
SONUÇ
Görüldüğü üzere resmi diplomasinin güç ve itibar kazanması bir ülkenin siyasi rejiminin şekli, medyanın bağımsızlığı ve bilgiye serbestçe ulaşabilmesi ve kullanabilmesi, kamuya dürüst davranma, demokratikleşme ve özgürlükler gibi etkenlere bağlıdır. Aynı şekilde kamu diplomasisinin etkinliğinin de bu unsurlara bağlı olduğunu gözardı etmemek gerekir. Bu itibarla ülkemiz açısından kamu diplomasisinin yerleşmesi yönünde yapılması gereken öncelikleri:
− Devletin hakimiyetinin ve kontrolünün bireyin özgürlüğü ve demokratikleşmesi lehine azaltılması,
− Din, ideoloji, mezhep, ırk ayrımı yapmadan hem bölgesel hem de uluslararası alanda stratejiler geliştirilmesi,
− Pasif olan resmi kuruluşların, daha verimli hale getirilmesi için yeni bir çatı altında birleştirilmesi,
− Çağdaş ve modern devletin tanımı, özellikleri ve yeniden yapılandırılması yönünde çalışmalar yapılması,
− Hükümetsiz bir devlet kurulmayacağı gibi halksız bir hükümet olamayacağı fikrinden hareketle bireyin öne çıkartılması şeklinde sıralamak mümkündür.